Aslında denediğim bir şeydir, aynı gün içinde
; özellikle çok beğendiğim bir yemeğin,
içeceğin yada tatlının ikinci
porsiyonunu almak istemem. Çünkü asla ilki kadar keyif almayıp o ilk tadın
ağzımdan kaybolmasına neden oluyor.
Bunları bilmeme rağmen nasıl oldu da bu
hatayı yaptım bilmiyorum. İkinci kez İran’ a gittim…. Neyse hikayeye gelelim..
İlkini 9 yıl önce, Motosikletle yaptığımız İran turumuz bazı
nedenlerden dolayı yarıda kalmış ve görmeyi arzuladığımız bazı kentleri
göremeden geri dönmüştük. Ya o yolculuğun yarım kalması yada o zaman daha genç,
daha romantik bakışlarla bu ülkeyi izlemiş olmanın verdiği gazla İran bende /
bizde yarım bir hikayeydi. Onu tamamlamak gerekiyordu.
Bu yarım hikayeyi 9 sene boyunca her ortamda
ballandıra ballandıra anlattık, andık. Üstelik İran’lı arkadaşlarımız sürekli
bizi arayıp ne zaman geleceğimizi soruyorlardı. Sonunda karar verdik ve yol
hazırlıklarına başladık.
Yola çıkacak olan dört kişiden üçünün uçak
korkusu olması nedeniyle bu yolculuğu karadan araçla yapmayı planladık.
Aracımız Fiat Doblo 1,6 Dizel.
İlk önce gidip ülkemizin medarı iftiharı
Turing kurumundan Triptik belgesi aldık. Bu iş için kendilerine 400.-TL
bayıldık. Ayrıca 500.-USD depozit
bedelini’ de bankaya yatırdık. Yurt dışı çıkış fonları olan adam başı 50.-TL’
leri bankaya yatırdık. Araca bakım yaptırdık, muayenelerini de daha zamanımız
olmasına rağmen erkenden yaptırdık. Aracın port bagajını taktık, çeşitli kamp
malzemelerini özenle seçtik, kullanmayı düşünmediğimiz ama ihtiyacımız olur
diye çeşitli ilaçları çantamıza depoladık (en çok ihtiyacımız olacak şeyi, yani
sakinleştirici almayı unutmuşuz).
Seyahat tarihini özellikle belirlememiştik.
Bizim için sadece yola çıkış tarihi meğerse İran için çok önemli bir zamana
denk gelmiş. Muharrem ayı… Bunun ne kadar önemli olduğunu ancak oraya
gittiğimizde görecektik. Bizim seyahat tarihimiz yaklaştığında bir arkadaşımız
yola çıkmaktan caydı (akıllı kız). Biz ona rağmen üç kişi azimle yola çıktık. Ben,
Hilal ve Alp…
7.Eylül 2019 tarihinde önce Kadıköy’den sonra
Tuzla’ dan hareketle sabah 04.00 de yola çıktık. Çeşitli lay lay lomlarla
güzelce yol aldık. Sabah kahvaltısı için daha önceden Kurşunlu’da defalarca
durduğum ve her seferinde çok beğendiğim Şekerler Dinlenme Tesisini seçmiştim.
İlk hata… Tesis benim oradan geçmediğim zamanlar içinde çok ama çok geri
gitmiş.. keşke durmayıp daha ilerleseymişiz yada daha önce başka bir yerde dursaymışız.

Çok
oyalanmadan yola koyulup Amasya girişinde Opet ’ten yakıt alıp Amasya çıkışında
Otobüslerin durduğu adını bilmediğim bir dinlenme tesisinde öğle yemeği molası
veriyoruz. Azimliyiz, Erzincan girişinde tekrar bir kahve molası, hava
kararmasına rağmen ısrar edip saat 20.30 gibi Erzurum’ a varıyoruz. Görmediğimiz zamanlarda bu şehre ne olmuş
böyle. Daha bir büyümüş, daha bir güzelleşmiş, daha modern, daha bir ışıl ışıl
olmuş..

Sabah
07.30 kahvaltı ardından yola çıkış saatimiz. Yol oldukça boş, günlerden Pazar
olmasının etkisi herhalde. Memleketimiz hakikaten güzel, daha önceden fark
etmediğimiz ve görmediğimiz yerleri gülümseyerek izliyoruz. Hızlı bir tempo ile
önce Ağrı, Doğubayazıt ve Gürbulak Sınır Kapısı…
Yol boyu arama ve kontrol noktalarının
sonuncusu Doğubayazıt girişinde, onu da geçip hevesle Gümrüğe gidiyoruz.
Yurt dışına çıkışlarda; Avrupa yönüne gidişin
aksine burada araç içindeki yolcu geçişleri ayrı, şoför ve araç geçişi ayrı
yapılıyor. Hilal ameliyatlı olduğu için
benimle arabada kalıyor. Alp ise arabadan inip gümrüğe gidiyor. Durumu polise
anlatıyoruz ve arabada iki kişi geçmemize müsaade ediyor ancak bu kez Banka’
dan aldığımız Yurt dışı çıkış makbuzlarına takılıyor. Neyse bize ve makbuzlara
inanmayıp, telefon açıp sorduğu diğer
polisler makbuzun geçerli olduğunu söyleyince pasaportlara çıkış damgası
vuruyor. Sonra Triptik işlemini yaptırıyoruz ve aracımızla geçiş kapısının
önünde bekliyoruz.
10
dk kadar sonra genç bir İran askeri kapıyı açıyor bizi İran sınırına alıyor.
İlk önce aracımızı arıyor ve “hoşgeldiniz” diyerek diğer araçların yanına
gönderiyor. Bizim gümrüğün aksine burada onlarca sivil insan var. Kimin
görevli, kimin polis kimin halktan olduğu belli değil. Hepsi birbiri ile
samimi… Bizim yanımıza Türkçe konuşan biri geliyor aracı şöyle çek şuraya koy
benimle gelin gibi komutlar yağdırıyor. O kişi ile (muhtemelen aracı biri) direkt pasaport polisine gidiyoruz ve
pasaportlarımıza giriş damgası vuruluyor. Sıra geldi araç işlemlerine..
Elimizde Triptik belgesi işlemi yapacak görevlinin yanına gidiyoruz. Adam
Triptiği açıyor ve bu eksik diye önümüze atıyor. “Gidin bunu doldurtun sonra
gelin” diyor… Anlamıyoruz. Nasıl yani ?? Sonra halimize acıyor ve lütfedip Triptiği
açıyor bize gösteriyor.
Medarı
iftiharımız Turing Triptik belgesini eksik doldurmuş… Türkiye ile ilgili
sayfayı ve kapağı doldurmuş ama Girilecek ülkelerle ilgili olan arkadaki sayfaları
doldurmamış…
“Ne
yapacağız” diyoruz.
“Yallah
Türkiye’ye” diyor.
Arabaya
yöneliyoruz.
“Hayır,
araba değil, o burada kalacak, sadece siz gideceksiniz. Evrağı doldurtup tekrar
geleceksiniz” diyor…
Araba Hilal’in üzerine olduğu için oda mecburen
geliyor, kös kös elimizde Triptik ve pasaportlar İran gümrüğünden çıkış damgası
vurduruyor, Türk tarafına geçiyoruz. Orada’da tekrar ülkeye giriş damgası
vurduruyoruz. Halimiz şöyle ; Hava buz gibi esiyor, yağmur yağdı yağacak, benim
üzerimde sadece bir tişört var, Hilal’ in ise baş örtüsü ve tesettür için
giydiği hırka. Arabamız ve Alp, İran’ da biz Türkiye’ de. Telefonlar çekmiyor
ve Alp’ le iletişimimiz sıfır….. Hilal rahatsız olduğu için yavaş yürüyor ben
yarı yürüyüp yarı koşarak yaklaşık 1 km. lik yolu alıyor ve Turing ofisine
ulaşıyorum. Kapıda 08.30 – 17.00 arasında çalıştığı yazılan ofis Kapalı…..
Soruyorum “yemeğe gitmiştir” deniyor.
Hilal nihayet nefes nefese geliyor ve ofisin önünde buz gibi rüzgarda
bekliyoruz. Bu sefer girişteki Polis geliyor “Burada bekleyemezsiniz, burada
durmak yasak” diyor… Epeyce bir dil döktükten sonra bana değil ama Hilal’ e
acıdığından ofisin yan tarafında durmamıza müsaade ediyor. Bekliyor, bekliyor,
bekliyoruz… Bu arada Turing’ e olan şükran ve sevgi duygularımı binlerce
sözcükle süslediğimi tahmin ediyorsunuzdur. Sonunda görevli geliyor ve konuyu
daha anlatmadan olayı anlıyor “hata bizde, bu hep oluyor” diyerek işimizi
yapıyor. Evrağı tekrar alıp aynı yolu bu sefer yokuş yukarı ve aynı hava
şartlarında nefes nefese katedip, gümrüğe tekrar varıyoruz. Sırada bekleyenlere
rica minnet öne geçiyoruz ve pasaport polisimiz tam çıkış damgasını vururken bu
kez “çıkış pullarınız nerede” diyor. Durumu anlatsak da “olmaz her pul bir
çıkış için” diyor. Koşa koşa gidip iki pul alıp geliyorum ve tekrar çıkış
yapıyoruz.
İran tarafındayız, kuyruğa giriyoruz. Sıra
bize geldiğinde Hilal pasaportunu uzatıyor adam damgalıyor işlemi yapıyor. Ben
uzattığımda “Sen İran’ a giremezsin” diyor… Nasıl yani… Bizim itirazlarımız ve
bağırış çağırışlarımız üzerine Hilal’ in pasaportu da alıyor ve “şurada oturun”
diye bizi az ilerdeki banka gönderiyor. Orada Türkçe bilen bir İran’ lı devreye
giriyor ve pasaport polisi ile konuşuyor. Sonuçta Triptik belgesi arasına
sıkıştırılan adam başı 50.- den toplam 100.-USD yi göstererek pasaportlara
damgaları vurdurtabiliyoruz. İçeri girdikten sonra bu sefer Triptik belgesini doldurtma telaşı başlıyor.
Aynı adamların değişik zamanlarda vurduğu mühürler, attıkları imzalar ve
değişik kişilerce üç kere aracın kontrolü sonucunda nihayet işlem bitiyor ve
geçiş izni alıyoruz. Son imzayı atan kişi son bir kez arabayı kontrol etmek
istiyor. Ancak saatlerdir bekleyen yağmur öyle bir bastırıyor ki 5 mt. ilerimizdeki
arabaya ulaşmak bile problem. Bu arada saatin 15.00 i geçtiği ve o saatten
sonra resmi dairelerin kapandığını, geçici plaka çıkartma işleminden vazgeçip
araçla kalış süremizi 10 güne sığdırmaya karar verdiğimizi o yüzden işlemlerin
bu kadar kısa sürebildiğini belirtmeliyim. Yoksa daha biz çok sürünürdük…
Nihayet hepimiz arabanın içinde buluşabiliyor
ve “içine ettiğimin memleketinden geri dönelim ne bu ızdırap” diye konuşuyoruz.
Sonra da “ Lanet olsun bu kadar katlandık kalalım bari” diyerek aracı sürüyoruz. Bazergan’ da mazot olmadığı için aracı Maku’
ya sürüyoruz. Orada bir benzinci büyük havalarla “bu Euro 5 mazot, İran’ ın
birçok yerinde bulamazsınız” diyerek depoyu dolduruyor. 45 lt. mazot
alıyoruz 27.000 Tümen tutuyor… yani 2,40 USD,
yani 14.-TL falan…. Eğer İran
mazot kartımız olsa ödeyeceğimiz para bunun yarısı olacaktı. Yuh bu ne diyerek yola çıkıyoruz.
Bu arada girdiğimiz her şehir ama her şehir
hatta şehirler arası yollar bile hız tümsekleriyle dolu. Bunun sebebi’ de
Manyak, Psikopat İran şoförleri… O kadar cahil cühela ve bir o kadar da
tehlikeli araç kullanıyorlar ki neredeyse yavaşladıkları tek yer bu hız
tümsekleri. Ona rağmen siz öndeyseniz ve hız tümseği için yavaşladıysanız da
size bozuk atıp sellektör falan yapıyorlar. Bir sürü hız tümseğini fark
etmediğimiz için, arabanın hoplamaları sonucunda klima borumuzun metal kısmı
sürtünme ile yırtılmış. Şehir içi yada dışı fark etmeksizin iki şeritlik yolda
minimum üç araç oluyor ve bahsettiğimiz araç hızları da minimum 60 km… bazı
yerlerde 140 km civarında… Dört şeritli (yan yana en az beş araç demektir bu)
yolda en sağdaki adamın hiçbir sinyal vermeden en sola girip karşı şeride U
çekmesi ise çok normal karşılanıyor. Sinyal veren araç neredeyse hiç yok… En
hızlı olmak bir prestij olarak görülüyor. Haliyle bütün Şoförler de bu prestije
layık olmaya çalışıyorlar. Buna kadın sürücüler de dahil. Tüm İran’da
gördüğümüz en iyi sürücünün İranlı arkadaşımız Semaneh olduğunu söyleyebilirim.
Tabi bütün bunları yazarken ülkenin güneyine indikçe sürücü kalitesinin de
nispeten iyileştiğini söylemeliyim. Eğer dağarcığımızın yettiği kadar ettiğimiz
küfürler yerlerine ulaştıysa binlercesinin kulaklarının kızardığını
söyleyebilirim.
Ülkede çeşitli marka arabalar var, bir çoğu
kendi imalatları. Eski Peykan’lar, Peugeot 405 , Peugeot 205, 206, Saipa,
Samand, Pars, Pride ve Renault bunların içinde benim anımsadıklarım. Birde
Zamyad diye bir kamyonetleri var ki anlatılmaz yaşanır… (söylendiğine göre
üzerinde 5 ton malzeme ile dağ tepe gidiyormuş) üzerinde inanılmaz yükle yolda
en sol şerit de ve çok süratli… Ayrıca yüzlerce eski Mercedes kamyonlar,
Amerikan Mack Tırlar, simsiyah bir duman salarak ama tam gaz üstünüze
geliyorlar…
Bizim gördüğümüz binek araçların tamamı
benzinli, dizel araçlar sadece otobüs ve kamyonlar. Eğer binek otoların içinde
dizel olanı varsa, biz hiç rastlamadık.
Hikayeye geri dönersek; şiddetini zaman zaman
epey arttıran yağmur, bozuk yollar, hız tümsekleri ve manyak İran sürücüleri
arasında hava kararırken Tebriz’ e ve arkadaşlarımızın yer ayırttığı İran Otele
ulaşabildik. Biz bu yolculuğumuzda Maps Me uygulamasını kullandık. Tavsiye
ederim gerçekten çok işe yarıyor, ancak arada bir kapatıp açarsanız daha iyi
sonuç alıyorsunuz. Biz birkaç kez başka başka yerlere gitmek durumunda kaldık.
Maps me sayesinde otele ulaşır ulaşmaz odalarımıza yerleşip ve arkadaşlarımızı
aradık. Otel sanırım iki yıldız ayarında, burada bilindik bir isim.
Bizler için en önemli özelliği odamızdaki
tuvalet de klozet olması (İranlılar bu tuvalete Frengi diyorlarmış). Ancak duş için ayrılan bir bölüm, duşakabin
yada duş perdesi falan yok. Banyonun ortasında yıkanıyorsunuz, sizden sıçrayan
sular, lavaboya, klozete çarpıp size tekrar geri dönüyor… Siz sıçrayan bu
sulardan kurtulmak için biraz daha su dökünüyorsunuz, sizden akan sıçrayan
sular size tekrar geri dönüyor, yani bu kısır döngü devam edip duruyor. Ayrıca
size tuvalet ve banyo terliklerini anlatmam gerek. Banyoda bir çift plastik
terlik var, kullanılmaktan rengi beyazdan kahverengiye doğru dönmüş ama
misafirler kullanabilsin diye hala yerinde… İlk önce banyolardaki bu duş ve
terlik olayına şaşırmaktan ziyade garip diye baksak da bunun tüm İran gezisinde
karşılacağımız bir uygulama olacağını elbette hesaplayamamıştık. Evet,
sadece Şiraz’da kaldığımız bir otel hariç tüm otel banyolarında duş aynı
şekildeydi (hatta bazısında klozet yerine alaturka tuvalet taşı vardı) ve banyo
terlikleri olmazsa olmazdı. Daha sonra bu uygulamanın evlerde de aynen devam
ettiğini gördük. Otel neyse de (çünkü odada kalan insan sayısı belli ve kendi
terliklerinizi kullanır yada ayakkabı ile içeri girersiniz) evlerde durum daha
zor. Çünkü evlerde insanlar duş yapıp çıktıklarında, elbette o plastik
terlikleri kullanıyorlar, siz daha sonra o banyoya gireceğinizde ıslak terlik
ve her tarafından sular akan bir tuvalet taşı ile karşılaşıyorsunuz. Düşünün;
kendi terliğinizi giyemiyorsunuz, birincisi yerler ıslak, dışarı o terlikle
çıkamazsınız etraf ıslanır, ikincisi orası aynı zamanda WC, ev sahipleri orada
kullandıkları terlikleri ev içinde giymiyor dolayısıyla sizde giyemezsiniz.. Üçüncüsü
ıslak bir tuvalet taşı karşınızda, kullanabilmek için önce onu temizlemeniz gerekiyor…
Pantolonunuzun paçalarının ıslanmasını önlemenin tek çaresi onu çıkartıp
banyoya öyle girmek. Onu da yapamadığınıza göre iki seçeneğiniz var, birincisi;
çişiniz yada kakanız gelse bile kendinizi sıkmak, ikincisi ise evdeki diğer
alaturka tuvalete girmek, onda da artık alışkanlıklar kaybolmuş, oturup
kalkamıyorsunuz. Bunun sonucunda iki kişi kabız, bir kişi de ishal olduk… Kabız
olanlar bir nebze şanslıydı çünkü tuvaleti kullanma sorunu ortadan kalkıyordu
ama ishal olanımız gerçekten çok çile çekti. Ev sahipleri ise bu durumu normal karşıladıkları için elbette
sizi anlamıyorlar hatta sizin bu titizliğinize anlam veremiyorlar.
Şimdi, sizler
bu yazıları okuduktan sonra dahi “ay ne güzelmiş, hadi bizde gidelim”
diyecekseniz sizlere son günlerin popüler sporu Squat hareketi çalışmanızı
tavsiye ederim. Böylece ülkenin nerdeyse tamamındaki alaturka veya alafranga
tuvaletlere oturmadan çişinizi yada kakanızı yapabilir, oraya buraya tutunmak
zorunda kalmazsınız. WC lerle ilgili son not, en kötü benzin istasyonundan
evlere, otellerden lokantalara kadar tüm WC’ lerde seyyar taharet borusu ve
bataryası var. Üstelik % 95 çoğunlukla sıcak su bağlantılı… Kısacası kakanızı
yapmak yada yapabilmek çooook zahmetli ama popo yıkamak keyifli olabilir. Ayrıca
neredeyse tamamında merkezi sistemle dağıtılan sıvı sabun var.
Arkadaşlarımıza geri dönersek, telefon
konuşmamızdan biraz sonra geldiler ve otel lobisinde hasret giderdik. Daha önceden hep birlikte zaman
geçirdiğimiz için konuşacak epeyce bir şey oluyor.
Arkadaşımız
Nader, bizim 9 sene öncesindeki yolculuğumuzda, Tahran’da tanıştığımız ancak
aslen Tebrizli biri. Nader çok güzel Türkçe konuşmasının yanında İngilizce ve
Almanca biliyor. Geçimini de bu dillerden tercümanlık yaparak kazanıyor. Karısı
Semaneh ise Nader’den birkaç yıl sonra tanıdığımız çok akıllı, çok tatlı bir
insan. Aslen Meşhed’ li. Kendisi tüm İran’da gördüğüm en iyi sürücü. Ufku ve
modernliği ise kesinlikle Nader’ den daha geniş. Nader bir çok ülkeyi gezmiş,
gerek ülkemizi gerekse gittiği diğer ülkeleri ve oradaki yaşamı özümsemiş olsa
da, ülkesinin meselelerine bir batılı gibi bakmış olsa da daha gelenekçi,
Semane ise kesinlikle daha modern. Oğulları Sehend (Bu Tebriz’deki bir dağın
ismi ve çok popüler bir isim) ise artık 5 yaşında, kocaman olmuş, çok güzel,
çok akıllı bir çocuk ama bir çok yaşıtı gibi ele avuca sığmıyor. Çoğunlukla o
bizim, biz onun dilini çok anlamasak da kendisiyle bayağı oynadık. Bu arada bizim fıkralarımızın çoğunda yer alan
Karadenizli tiplemesi, İran’ da Tebrizli’ ye dönüşmüş. İran’ da özellikle
Tebrizlilerin cimriliği çok meşhurmuş. Elbette arkadaşımız Nader de bu
tiplemenin içinde yer alıyordu. Arkadaşlarımız; şu anda Meşhed’ de yaşıyor
olmalarına rağmen, hem Nader’ in ailesini ziyaret etmek, hem de bizleri
karşılayarak beraber vakit geçirmek için o kadar uzun yoldan Tebriz’ e
gelmişlerdi.
İran’da şehirler arası mesafeler çok uzun.
Düşünün Tebriz ile Meşhed arası yaklaşık 1500 km. Ancak İran hükümeti bu uzun
yolları araç sürerek gitmek istemeyenler için bir çözüm yolu bulmuş. Trenle
araç taşımacılığı yapılıyor. Hemde neredeyse tüm şehirler arasında. Araç
yüksekliği 160 cm kadar olan binek tipi
araçlar çok ama çok ucuz bir fiyatla bir şehirden diğerine taşınıyor. Bu arada
araç sahipleri ister aynı trende kendi kompartımanlarında, isterlerse hava yolu
ile gidecekleri yere ulaşıyorlar (Aynı bizde motosiklet bile taşımak istemeyen
TCDD gibi değil mi?). Bizim aracımız hem yüksek hem de üzerinde portbagaj
olduğundan biz bunu deneyimleyemedik
Arkadaşlarımızla yerel bir lokantaya gidip
akşam yemeği yiyoruz. Menü Urfa benzeri acısız et kebap ve tavuk şiş, elbette
yanlarında pilav. Bilenlerin affına sığınıyor bilmeyenler için anlatıyorum.
İran pirinci bizdeki pirinçten farklı. Onlarınki ince uzun, bizimkilerse daha
tombul. Lezzet farkları pişirilme şekliyle değişse de, bence bizim pilavlarımız
kesinlikle çok daha lezzetli. Orada yediklerimiz ise farklı bir lezzet,
üzerlerinde safran tanecikleri, yanında ayrı getirilen küçük bir tereyağı
paketi.. dediğim gibi farklı bir lezzet. Ve Ekmek.. Ekmek olarak masaya Lavaş
geliyor. Ancak görüntüsü hani balonlu ambalaj naylonları var ya, aynen öyle,
tadı ise ehh (sunta’ dan hallice). Gittiğimiz tüm şehirlerde bu ekmeğe bolca
rastladık ve ister istemez alıştık. Yemek sonrası biraz daha sohbet, Semane’
nin bizler için seçtiği görülmesi gereken yerler listesi ve ertesi sabah
buluşmak üzere ayrılış…

Neredeyse herkes matem nedeniyle siyah
giyinmiş durumda zaten ülkenin tamamında bayrak direklerinde siyah bayraklar
asılıydı. Tüm radyo ve TV kanallarında matemle ilgili programlar vardı.
Tören ve gezimiz bitince hadi bir kahve yada
çay içelim istedik ve Semane’ nin önderliğinde yol üzerinde bir köyün içine
daldık, köyü bitirip sahibini kimsenin tanımadığı bir bahçeye daldık. Orada bu
cins hareketler normal sayılıyor. Her araba bagajında muhakkak bir yer örtüsü
ve sıcak su termosu bulunuyor. Uygun gördükleri her yerde durup örtülerini
serip kısa bir mola veriyorlar. Giderken de tüm çöplerini bırakıp gidiyorlar.
Yol kenarında gördüğümüz tüm yeşillikler çöp doluydu. Aynı yere gelen
insanların o çöp içinde oturmaları ve rahatsız olmamaları ise ayrı bir tez
konusu. Burada da onların arabasından örtü bizimkinden kamp sandalyeleri çıktı,
sohbetimiz çay kahve ile süslendi. Sadece biz toparlanıp giderken çöplerimizi
de topladık. Sonra ver elini Tebriz önce öğle yemeği için yer arama (çünkü her
yer kapalı) ve benzinliklerde mazot arama macerasına. Şaka gibiydi. Neredeyse
tüm Tebriz'i dolaştık yemek yiyecek yer için, sonrada mazot bulacağız diye,
kime sorsak yok. Sonunda yaklaşık 2 saatlik arama sonucunda bulabildiğimiz ve
Euro 4 olduğu iddia edilen kamyon mazotuna razı olduk.
Sabah aynı lezzetsiz kahvaltıyı yapsak da
artık akıllandığımız için yakındaki marketten alış veriş yaparak arabamıza
zulalıyoruz. Çok geçmeden arkadaşlarımız geliyor ve beraberce yola çıkıyoruz. Hava
yol için mükemmel, ne sıcak ne soğuk, bulutlar var ama yağmıyor. Hedefimiz
Astara ancak Semane’ nin bize önerdiği bir yer var. Önce oraya uğrayacağız.
Tebriz çıkışındaki manyak sürücüler yavaş yavaş azalıyor, müthiş dağ
manzaraları eşliğinde yol alıyoruz. Yaklaşık olarak 3 saat yol aldıktan sonra
bir köy yoluna sapıyoruz. Daracık toprak sokaklarda, gerek arabamızdan İran'da
hiç olmaması gerekse Türkiye plakası taşımasından ötürü bize garip garip bakan
insanlar derken köy bitiyor ve bayağı yüksek bir tepeye tırmanıyoruz. Burası
Shahar Yeri.

Otelimize dönüp biraz dinlendik. Akşam
yemeğine Nader’in annesine davetliyiz. Saat
19.00 gibi yola koyulduk. Yaşasın Maps Me; sayesinde çabucak hedefe
vardık. Nader’ in ailesi ile çabucak kaynaştık. Annesi çok konuşkan, çok
sevimli bir kadın. Babası ise çok
konuşmasa bile çok güleç ve gözlerinden muziplik pırıltıları akan bir adam.
Zaten seyrettiği Türk filmlerinden Kemal Sunal’ a bayılıyormuş. Annesi geleceğiz diye zahmete girip bir sürü
yemekler yapmış. Yemek öncesi kuru yemişler, meyveler ve şerbet ikram etti
bize. Her ne kadar Sehend ay çekirdeklerini çalıp bizden saklasa da bunlardan
epeyce atıştırdık. İran’da yemek yerde oturularak yeniyor. Bu evlerde masa
olmamasından kaynaklanmıyor, alışkanlıklar gelenekler böyle. Anadolu' da (hatta belgesellerden gördüğüm kadarıyla Asya’
nın bir çok yerinde) yerde yemek yenir ama genellikle yere serilen bir örtü ve
üzerinde yerden yukarıda bir sini yada tepsi olur. Ben çocukken böyle yemek
yediğimi bilirim. Burada öyle değil. Pazarda
yada dükkanlarda satılan rulo şeklinde incecik bir naylon örtüleri var. Ondan
bir parçayı koparıp açıp yere seriyorlar, üzerlerine de yemekler konuluyor.
Toplarken de, dört bir tarafından toplanıp bohça şeklinde yallah çöp, aslında
oldukça pratik. Tabii yere oturmakta zorlananlarımız hariç. Yemekte ise daha
önce içmediğim tat ve tarifte nefis bir çorba, ardından salçalı fırınlanmış
tavuk butları, adını hatırlayamadığım salatalar ve elbette pilav. Ancak burada
Alp ve benim en büyük favorimiz Pilav tenceresinin dibine döşenmiş ve pilavla
birlikte pişip kızardığı anlatılan yufka parçaları oldu. Kıtır kıtır olan bu
lezzet hakikaten çok değişikti. İtiraf etmeliyim burada yediğimiz yemekler
İran’da yediğimiz yemeklerin en güzeliydi. Yemek sonrası çaylar derken kalkma saatimiz
geldi ve otele döndük.









Trafik ve insanlar anlatılamaz…. Calus’ da Nader’ lerin arkadaşlarına uğrayıp görüşeceğimizi biliyoruz. Yağmur altında, hava karardıktan sonra oraya ulaştık. Bizimkilerin arkadaşları Maryam ve Murteza. Maryam bir AVM de çalışıyormuş, Murteza ise IT uzmanıymış. Çok genç bir çift. Biz oraya gittiğimizde sadece Murteza evdeydi, bizi evlerine davet etti ve ortadan kayboldu. Birazdan Semane, gayet rahat duşunu yaparak banyodan çıktı ve geceyi orada geçireceğimizi söyledi. Doğrusu ilk kez gittiğimiz bir yerde bırakın kalmayı ev sahipleri yokken duş almak bile bize yeterince fazlaydı. Biz yakın bir otele gitmek istediğimizi onlar istiyorlarsa orada kalabileceklerini söyledik arkadaşlarımıza, onlar da tamam falan dediler. Düşünün bu konuşmalar olurken ev sahipleri de ortalıkta yok üstelik. Derken Maryam işten eve geldi, hoş geldin faslından sonra ikram faslı başladı, bu arada Murteza’da alışverişten döndü ve yemek hazırlığına girişildi. Burada da yine yer örtüsü serildi ve oturarak yedik yemeğimizi. İran’ daki sabun benzeri peynirlerden farklı olarak ilk ve son kez burada taze kaşar ya da cheddar benzeri bir peynir yiyebildik. Yemek sonrasında biz ısrarla otel konusunu açsak da atlatıldık ve geceyi orada geçirmek zorunda kaldık. Yanlış anlaşılmasın evde kalmaya değil itirazımız. Hiç tanımadığımız iki insanın evine, arkadaşlarının arkadaşları olarak gidip, yatmak, akşam yemeği, sabah kahvaltısı yapıp sonra da çekip gitmek bize ters gelen. Yoksa ev sahiplerimiz cıvıl cıvıl iki tatlı genç insan. Sabah erkenden Murteza işe gitti, Maryam ise sanırım bize kahvaltı hazırlamak için evde kaldı. Semane önce Hazar kıyısına yürüyüşe kahvaltı arkasından da alışverişe gitti. Nader, Sehend ve Alp de hazar kıyısına indiler bizde dinlenip enerji kazanmaya çalıştık, bu arada adını hiç bilmediğimiz bir tv kanalında, hiç duymadığımız Türkçe pop müzik parçaları yayınını seyrettik.
Nihayet tekrar toplandık, Murteza geldi
teşekkürlerimizi ettik, anahtarları teslim ettik ve yola çıkabildik. Hedefimiz 900 km. ötedeki Meşhed ama
beceremezsek yolda konaklayacağız. Sari diye bir şehre geldiğimizde Semane, Damghan’ a giden bir dağ yoluna saptı. Yağmur,
daracık bir dağ yolu, büyük araçlardan sıçrayan çamurlu sular, manyak sürücüler
ve bol viraj derken aniden bastıran sis yolculuğu expedition havasına soktu. Artık
gece oldu, neden bu yola girdiğimize dair hiçbir fikrimiz yok, sadece
gidebildiğimiz kadar gidiyoruz. Dağ başında bulduğumuz bir lokantada günün ilk
yemeğini akşam yemeğimizi yedik (Bu kez yağda kızarmış tavuk ve pilav) ve
tekrar yola koyulduk. Yolda oldukça yorulan diğer arabadaki Semane’ nin yerine
Alp’ i öbür araca sürücü olarak transfer ediyoruz. Amacımız biran önce Damghan’
a varmak. Ancak oraya vardığımızda kalacak otel sorduğumuz birkaç yerden
olumsuz cevap alınca bir sonraki şehre Shahroud’ a gitme kararı alındı. Yolda bir ara Alp gaza gelip 500 km ötedeki
Meşhed’ e sürmeyi önerse de bu teklif kabul görmedi ve Shahroud’ da bir otel
bulmayı başardık. Bugün gidebildiğimiz yol yaklaşık 450 km ama yaklaşık 10
saattir araba üzerindeyiz. Otelin fiyatı
iyi (iki kişilik oda 20.-usd cıvarında) üstelik odalar da çok güzel. Odaya
nasıl çıktığımızı ve nasıl uyuduğumu anımsamıyorum bile.
Güzel bir uyku sonrası, aldığımız duş bizi
kendimize getiriyor. Kahvaltıda yan masadaki bir grup motosiklet sürücüsü ile
Türkçe sohbet ediyoruz. Bizim de motosiklet kullanmış olmamıza ve İran’ a motosikletle gelmiş olma hikayemizi çok
seviyorlar ancak esas konu İran’ daki motosiklet fiyatları.







Ne kadar çabalarsak çabalayalım gene hava
karardıktan sonra Meşhed’ e varabildik. Meşhed çok büyük bir şehir. Nüfus
olarak Tahran’ dan sonra geliyor, dini açıdan ise kimilerine göre Q’um/Kum ‘dan
sonra ikinci, kimilerine göre en önemli birinci kenti. Buranın trafiğinde de
manyak demekten yoruldum ama manyak ötesi sürücüler var. Onların arasından
sıyrılıp Nader’ lerin evine ulaşmak mucize gibiydi. Akşam yemeği için meşhur
Meşhed kavunu, ekmek, peynir en pratik çözüm oluyor. Nader yemek sonrası birkaç
yer arayıp, aracımızın plaka sorununu çözmeye çalışıyor. Ertesi günün
programını yapıp, salonda yer yataklarını serip ertesi günü düşünerek uyuyoruz.
Sabah kahvaltısı ardından, aldığımız
istihbarat gereği polis merkezine doğru yola çıkıyoruz. Girişte cep telefonlarımızı güvenlik
nedeniyle alıyorlar. İçerde geçici plaka ile ilgili bölüme gidiyoruz, burada
bir sürü üç ve dört yıldızlı polis var. Ama çoğu cep telefonları ile
mesajlaşıyor. Bizim işimizi yapacak olan üç yıldızlı polis yüzümüze bile
bakmadan önce gümrüğe gidin oradan yazı getirin diyor. Oradan çıkıp Meşhed
gümrüğünü buluyoruz. Bankodaki görevli bekleyin diyor ama bu arada kendisi
başka bir iş de yapmıyor. Sonra birisi geliyor onun işini yapıyor sıra bize
geliyor ve bu kez dilekçe yazın diyor. Dilekçe yazılıyor, iki ayrı yerde
dilekçe onaylatılıyor, tekrar aynı adama gittiğimizde “müdürüm onay versin,
ondan sonra yaparım” diyor. Müdür yerinde yok, tekrar bekliyoruz, sonunda
geliyor, derdimizi anlatıyoruz, lütfedip imzalıyor. Görevliye tekrar geri
gidiyoruz, adam bize güvenmiyor herhalde gidip müdürüne soruyor, sonra evrağı
dolduruyor tekrar müdürüne götürüp imzalatıyor ve evrağı mühürlü bir zarfa
koyup bizi polis merkezine gönderiyor. Bu arada saat 14.00 olduğundan polis
merkezi işlem yapamayacak, iş yarına kalıyor. Çıkıp kös kös eve gidiyoruz.
Öğleden sonramız boş, bari İmam Rıza’ nın türbesini ziyaret edelim diyoruz.
Tüm Meşhed kenti, bu türbenin etrafına
kurulup, genişlemiş. Türbenin etrafında 320 mt. den daha yakın herhangi bir
bina yasalarla yasaklanmış. İçinde İmam Rıza’ nın kabri, kütüphanesi ve ibadet
alanlarıyla bu devasa yapıyı yılda 20 milyonun üzerinde kişi ziyaret ediyormuş.
Bizim gittiğimiz zaman Muharrem ayına denk geldiği için burası özellikle kalabalıktı.
İçeride binaları gezenlerde vardı, namaz kılanlarda, çocuklarda vardı,
yetişkinlerde. Her yer gerçekten çok temiz, yapılar ise çok görkemliydi. Akşam
namazı sonrası İmam Rıza’nın kabrinin etrafındaki koruma bantı kaldırıldı ve
insanlar kabire el sürebilmek için birbirini ezmeye başladı. Biz yaşanan
izdihamda ezilmemek için 5 metreden daha fazla yaklaşamadık bile, kendimizi o
insan selinden zor kurtardık.
Sonrasında
çıktık ve eve yöneldik. Buraya gelirken otobüsü kullanmıştık. Otobüslerde
kadınlar ve erkekler ayrı yerlerden otobüse biniyor. Herkes birbirini görüyor
arada perde falan yok ama bir boru parçası ile iki taraf ayrılmış, birbirlerinin
tarafına geçmiyor. Dönüşte ise taksiyi tercih ediyoruz.
Akşam Semane’ nin ağabeyi ve yengesi bizi ziyarete geliyor. Çok tatlı insanlar. Konuştuğumuz konulardan biri İran araba sürücüleri ama onlar çok rahat olanları çok yadırgamıyorlar. Yılda trafik kazalarında ölen 10.000 kişi olması çok önemli değil gibi. Akşam anlatılan en eğlenceli anı ise, İran'da Trafik magandalarına verilen ceza. Trafik cezası olarak; ceza alan kişileri yol kenarına boyunlarına "Ben bir Trafik Canavarıyım" yazan pankartlarla dizmeleri. Gelen geçenin gülüp dalga geçtiği bu insanlar gün boyu yol kenarında durup cezalarını çekmişler. Bizimse burada bir gecemiz daha geçti ve hala plaka işinin nereye varacağı belli değil. “Eğer 10 günden fazla kendi plakanızla İran’da kalırsanız dönüşte arabanıza el konulur” diye uyarılar almamış olsak, bunla uğraşmayacağız..
Sigortacıya geri dönüyoruz evrağı orada
düzeltemiyor, merkezi arıyor, gelin burada yapalım diyorlar. Giderken önce bu
plakaları monte ettirelim diye tutturuyor, bir yerlere girip çıkıp plakları
monte ettiriyoruz. Sigortacımız yolda benim sürüşümü beğenmiyor, “siz yolları
bilmiyorsunuz bunu bırakalım benim arabayla gidelim” diyor. Onun arabasını
aldığımızda neden benim sürüşümü beğenmediği ortaya çıkıyor. Adam hani o
sürekli bahsettiğim manyak sürücülerden… Nader’ le ben arabanın içinde top gibi
yuvarlanıyoruz, adam sürekli gaz, debriyaj, fren nasıl gidiyor anlatamam.
Sonunda sigorta merkezine varıyoruz, bizi oraya çağıran adam evrağı alıp (evrak
topu topu 10 satır) 20 dk falan inceledikten sonra bir şey olmaz hadi güle güle
dedi… Ulan madem bir şey yapmayacaksın niye çağırıyorsun.####@@@### aynı çılgın
dönüşle önce arabamızın yanına (yaklaşık 2 saatimiz böyle heba olduktan) sonra
eve dönüyoruz.
İran’ da bizde bir zamanlar olan Uber gibi
bir telefon uygulaması var. Bunun ismi Snapp. Taksilerden kazık yemek istemiyorsanız Snapp üzerinden bir taksi
çağırabiliyorsunuz. Açıp gideceğiniz yeri seçiyorsunuz, uygulama zaten
ödeyeceğiniz tutarı da hesaplıyor. Size yakın bir taksi sürücüsünü işaretlediğinizde
araç sürücüsü sizi arayıp teyit ediyor ve hemen geliyor. Bizde dönüşte bu
sistemi uyguladık, bizim yerimize manyak sürücülerle taksicimiz uğraştı. Akşam
gene evde oyalandık, Sehend ile vakit geçirmek dışarda olmaktan daha iyi.
Ertesi sabah kahvaltısı ardından, yine polis merkezine doğru yola
çıkıyoruz. Aynı komiser gümrükten aldığımız mühürlü evrağa ellerini sürmeden
zarfı siz açın diyor, sonra da bilgisayar ekranına uzun dakikalar boyunca
bakarak bir evrak doldurdu. Yarım saatte doldurduğu evrağın tamamı yarım sayfadan
az. Sonra bizi maliyeye para yatırmaya ve sigorta yaptırmaya gönderdi. Bu arada
bizim bu komiser yumurta topuk ayakkabı giyiyor ve ayakkabıların topuklarına
basarak yürüyor. Oradan çıktık, önce sigortacıyı bulduk, hazırlaması bir saat
sürermiş diye oyalanmadan Maliye’ ye gittik, hatta görevli memuru bile bulduk.
Adam evrağı dakikalarca inceledikten sonra bize 3 satırlık bir ödeme makbuzu
çıkarttı ama ödeme için bankaya gitmek gerekiyormuş… Oradan çıktık bankayı
bulduk, ödemeleri yaptık, tekrar maliyeye döndük. Bu kez yukarıya Nader’ le
birlikte Alp çıktı. Bizim memur yokmuş yerine bakan bir başka memur evrakları
dakikalarca inceledikten sonra olmaz demiş. Epeyce hırlaştıktan sonra neyse
evrağı imzalamış. Koşa koşa sigortacıya dönüyoruz. Bu kez orada kafayı
yiyeceğiz çünkü adam bizden sigorta bedeli olarak 150.-USD ye yakın bir para
istiyor. Ulan i.ne baştan söylesene o kadar uğraşmayız. Moral sıfır geri
dönelim diyoruz. Eve döndüğümüzde Semane imdada yetişiyor, arabasının
sigortacısını arıyor. Adamın verdiği fiyat yaklaşık 45.- USD… Hemen yaptıralım
diyoruz ama adam bize 16.00 dan sonrasına randevu veriyor. Bu arada Semane
bizimle dalga geçiyor “takıldınız Nader’ in peşine, halbuki benle gitseydiniz
her şeyi 5 dakikada hallederdim” diyor.
Neyse saatinde gidip işlemi yaptırıyoruz. Evrakta
hazırlarken bir hata yapıyor ama düzeltip yenisini aynı evrağın iki kere
basılamaması gibi bir nedenle basamıyor. Ertesi gün gelin düzeltelim diyor. Burada
da sigortacımız bize İran’ ın her yerinde olduğu gibi “Konuğumuz Olun” yani
para istemez gibi bir cümle kuruyor ama elbetteki parayı alıyor. Bu sözler
İran’ da her alışverişte nezaketen söylenen bir şey. Belki başlangıçta sizi
gülümsetebilir ama bu kadar olaydan sonra ve ağızları başka, gözleri başka
konuşan bu insanlara “ne konuğu ulan riyakar adamlar” diyesimiz geliyor. İkram
edilen şey bir çay yada kahve hadi bilemedin bir yemek değil ki… 45.-USD lik
bir alışverişten bahsediyoruz… Oradan çıkıp bu kez Meşhed dışına Firdevsi ’ nin
mezarına gidiyoruz.
Firdevsi; kimilerine göre Farsçayı Farsça yapmayı
başaran Şehname / Şahname’ yi yazan bir şair, kimilerine göre’ de Türk düşmanı
bir İranlı.
Ekşi Sözlüğe göre; Eski Persler özgün
değerlerine çok düşkün olduğundan özellikle İslam’dan sonra kültürümüzü
kaybediyoruz telaşına düşmüşler. Firdevsi de kendini eski perslerden kabul
edip, otuz sene boyunca, oradan buradan tüm İran destanlarını toplamış ve
meşhur Şehname’ sini yaratmış. Hatta önsözüne “Gerçi otuz yıl uğraştım ama
sonunda Farsça dilinden İran milletini yarattım” diye yazarak böbürlenmiş. Yorum sizin… Ancak gerçek olan şu ki yaptığı çalışmalarla
Farsça’ nın kaybolmasını engellemiş. Bence en güzel sözü de “akıllı bir adam, senin can düşmanın olsa
bile, cahil dostundan iyidir”…
Akşam Semane’ nin ağabeyi ve yengesi bizi ziyarete geliyor. Çok tatlı insanlar. Konuştuğumuz konulardan biri İran araba sürücüleri ama onlar çok rahat olanları çok yadırgamıyorlar. Yılda trafik kazalarında ölen 10.000 kişi olması çok önemli değil gibi. Akşam anlatılan en eğlenceli anı ise, İran'da Trafik magandalarına verilen ceza. Trafik cezası olarak; ceza alan kişileri yol kenarına boyunlarına "Ben bir Trafik Canavarıyım" yazan pankartlarla dizmeleri. Gelen geçenin gülüp dalga geçtiği bu insanlar gün boyu yol kenarında durup cezalarını çekmişler. Bizimse burada bir gecemiz daha geçti ve hala plaka işinin nereye varacağı belli değil. “Eğer 10 günden fazla kendi plakanızla İran’da kalırsanız dönüşte arabanıza el konulur” diye uyarılar almamış olsak, bunla uğraşmayacağız..
Huzursuz bir gece, sabah kahvaltı yapmadan
Nader’ le polis merkezine yola çıkıyoruz. Hilal’ le Alp eşyaları toparlayacak,
eğer plaka bugün de olmazsa kesinlikle hem de hiç durmadan Türkiye’ ye
döneceğiz. Polis merkezinde gene aynı komiser, evraklarımızı alıyor epeyce
inceledikten sonra bir şeyler yazıyor, sonra arabayı içeri alın diyor. Arabayı
bahçeye sokarken polisler güzelce arıyor, sonra bu komiser yanında bir başka
komiserle gelip arabayı didik didik arıyor, motor ve şasi numaralarını kontrol
edip bize yukarı gelin dedi. Yukarı çıktığımızda elimize bir evrak ve
“Türkiye’ye giderken polis merkezine teslim edin” diyerek bir çift plaka
tutuşturuyor. Nasıl yani, gerçekten bitti mi oluyorum açıkçası o kadar
gerilimden sonra sevinemiyorum bile.



Piknik alanı resmen inşaat alanı, havuzla
evin arasındaki alana arabalardaki o meşhur örtüler çıkartılıp seriliyor. Nader
ve ben mangal ateşini yakıyoruz, hanımlar yer örtüsü üzerini donatıyorlar.
Başlangıçta inşaat pisliğinin içinde oturmak bize garip gelse de bir süre
sonra, sohbet ve samimiyet öyle bir hal alıyor ki nerede olduğumuzun değil
kimlerle olduğumuzun önemi ortaya çıkıyor. Bu arada ailenin kızlarından Sara ve eşi de
bize katılınca sohbet daha da derinleşiyor, bazen Türkçe bazen İngilizce
konuşup anlaştık. Daha sonra alt bahçelere inip erik ve taze ceviz koparttık. Ağa can bize kocaman bir sepet dolusu eriği de
hediye etti. Her ne kadar Alp gece burada kalıp, yıldızların altında ateş yakalım
ve çadırda yatalım dese de birden soğuyan hava hevesimizi kursağımızda bıraktı.
Hızlıca toplanıp ilk gittiğimiz eve döndük, burada piknikten kalan
yemeklerimizi atıştırıp sohbeti tamamladık. Bu kez kalabalığız, yer yataklarını
serip 6 kişi aynı odada uyuduk (horultu seviyemizi bilemiyeceğim).






Sabah uyandığımızda kahvaltının burada değil Silk Road otelde olduğunu öğrendik ve oraya geçtik.












Gene yoldayız, hedef önce Nakş-ı Rüstem
sonra da Persepolis. Zaten birine varınca neredeyse öbürüne de varmış
oluyorsunuz, araları sadece 10 km kadar.
















Meşhur Si-o-seh Köprüsü yani 33 köprüsü (33
tane kemeri olduğu için) yakınında bir park yeri bulup yakındaki pizzacıya
daldık, karnımızı doyurup biraz soluklandık. Sonra da İsfahan’ ın en meşhur iki
köprüsünden biri olan bu köprü ile fotoğraf çekmeye koştuk. Zayende Nehri
üzerindeki yaklaşık 300 mt uzunluktaki bu köprü gece ve gündüz sürekli insan
dolu. Kimi altta suyun kenarında çay içiyor, kimi bizim gibi resim çekiyor.
Açıkçası köprü, gece çok da güzel resim
veriyor. Diğer köprü ise hemen yakındaki Khaju köprüsü ama biz ona gitmedik. Sonra
yine klasik otele dönüş ve uyku…





İsfahan, ağaçlı geniş caddeleri, camileri,
sarayları, köprüleri ile çok güzel bir şehir. Belki bir çok insana göre İran’
ın en güzel şehri ancak şansımıza Eylül’ ün neredeyse sonu gelmesine rağmen çok
sıcak bir hava vardı ve sokaklarda dolaşmak çok yorucuydu. Ayrıca İran ve İran
halkı bizim sabırlarımızı çok zorladı ve bu güzelliğe rağmen burayı da terk
etmek için acele ediyoruz.
Hedef Tebriz ama gece Zencan’ da konaklamak
istiyoruz. Yolda gene mazot vs arama işleri, sıcak hava derken yol üzerinde bir
yerde masa açıp bir şeyler atıştırıyoruz. Yaklaşık 600 km yol yapıp Zencan’ a
vardığımızda akşam olmuştu. Önce bir yemek yiyelim diyoruz, girdiğimiz lokanta
da herkes Türkçe konuşuyor. Bu kadar düzgün Türkçe nereden diye soruyoruz,
aldığımız cevap “biz Türküz” oluyor. Açıkçası çok da hoşumuza gidiyor. Tebriz’
de Türkçe konuştuğumuz insanlar “Biz Azeri Türküyüz” diyordu. Buradakiler ise
direkt olarak “Türküz” diyorlar. Güzel bir yemek sonrası biraz olsun kendimize
geliyoruz. Nader sağ olsun burada da bizim yardımımıza koşuyor ve bize otel
buluyor. Bu seferki otel daha vasat ve resepsiyondaki adamın bakışları çok kötü
ama yapacak bir şey yok, odalara çıkıp yatay pozisyona geçiyoruz. Tüm İran’ da
otellere girişte ister ücreti peşin ödeyin ister ödemeyin fark etmiyor,
muhakkak pasaportları alıyor ve çıkış zamanınıza kadar tutuyorlar.



Bu can alıcı haberden sonra suratımın ne
renk aldığını tahmin edebilirsiniz. Nereye tutunacağımı bilemedim. Gezmek için
yıllarca heveslendiğimiz ancak biran önce bu sevimsiz yerden kaçalım dediğimiz
ülke bizi salmıyor. Şaka gibi.

Sabah gümrük 8,30 da açılıyormuş, yol çok yakın. Bu nedenle çok acele etmeyip saat 7,30 da erken açacağını söyleyen Ali Rıza’nın lokantasına gidiyoruz. Ama lokanta kapalı, bizde tam karşısındaki kahve bakkal karışımı yerde durup bir şeyler alarak çay eşliğinde kahvaltı yapıyoruz. Burada unutmadan söyleyeyim. İran’da yol üzerindeki satış yapan bakkal, market, büfe adına ne derseniz deyin hepsinin önünde devasa bir sıcak su kazanı var. İnsanlar gelip buradan çaylarına, termoslarına sıcak su dolduruyorlar. Yola koyulduğumuzda yol üzeri kartonlarla sigara satan bir sürü insan ortaya çıkıyor, durmayıp gümrük alanına devam ediyoruz. Saat 08,30 bahçe kapısı gibi bir kapının önünde 3 – 4 araba bekliyoruz. Bu esnada bir sürü insan geliyor ellerinde kocaman valizler, çantalar.






560 Çok güzel memleket manzaraları eşliğinde Erzurum’ a vardık. Elbette önce karnımızı doyurduk, sonra otel aradık. Bu seferki otelimiz Yedikapı Otel. Çok beğendim, bir daha gelirsek kesin burada kalırım.
Huzurlu bir uyku, sabah duş ve güzel bir kahvaltı sonrası eşyalarımızı alıp dışarı çıkıyoruz. Önce Yakutiye Medresesi, sonra Çifte Minareli Medrese, daha sonra Erzurum Kongre Binası. Medrese’ ler çok güzellerdi ama Erzurum Kongre Binası ve hissettirdiği duygular anlatılmaz. Düşünsenize Türkiye Cumhuriyeti’ nin temellerinin atıldığı yerdesiniz. Burada Mustafa Kemal Atatürk’ ü ve dava arkadaşlarını saygıyla andık. Sonra aradığımız Atatürk evini ve şehrin içinden çıkan Aziziye Tabya yolunu bulmayı başaramadan kös kös dolaşıp Palandöken Kayak merkezine gittik, biraz etrafı seyredip yola koyulduk. Hedefimiz km yol yapıp Erzincan üzerinden Amasya.

Sonuç; İran’ a gidilir mi? Eğer çok ama çok hevesliyseniz gidilir, yoksa oturun oturduğunuz yerde. Mazoşist değilseniz hele arabayla hiç heves etmeyin. İlla da “ben gideceğim” diyorsanız; mesela Şii inancındaysanız binin uçağa Meşhed’ e gidin İmam Rıza Türbesini ziyaret edip aynı gün geri dönün. Tarih ve Arkeoloji merakınız varsa, binin uçağa Şhiraz’ a gidin, sadece Persepoli ve Nakş-ı Rüstem’ i görün hiç oyalanmadan İsfahan’ a geçin, buranın çarşısını, saraylarını gezin ve hemen dönün. Yazd benim için önceden İran’ ın en egzotik şehriydi ama o eski büyüsü kalmamış o nedenle Zerdüşt değilseniz ona da gitmenize gerek kalmadı demektir. Araba ile gitmek istiyorum ama Farsca bilmiyorum, bilen biri yardım etsin diyeceklere Nader' in telefonunu seve seve veririm.
Veee sıra geldi Turing hesaplaşmamıza. Turing’e gittik, şikayetimizi yaptık, hem sözlü hem yazılı olarak. Müdürleri olan beyefendi çok ilgilendi ve şikayet dilekçemizi aldı. Elbette maddi olarak bize geri dönecekleri yok, çektiğimiz sıkıntıları da telafi edemezler ancak çalışanların kulakları çekilir ve bizim gibi başka insanlar da mağdur olmazsa yeterli sonuca biraz olsun ulaşılmış olur.
Biz bu seyahate kendi isteğimizle gittik ama gerçekten “keşke gitmeseydik” dedik, çok yorulduk, çok sıkıldık. Yılların dostluğu olmasa bu grup bu sıkıntıları atlatamazdı, geleli günler oldu daha yeni yeni kendimize gelebiliyoruz.. Seyahat anılarının bazı yerlerini çok süslemişsem de bunu, bu seyahati organize ettiğim için suçluluk duyguma verin. Yoksa hala aynı kanıdayım ; “keşke gitmeseydik”…
Merak edenler için tüm seyahat masrafımız (3 kişi için) 5.000.- TL+700.-USD tuttu. Buna gümrükte ödediğimiz rüşvet ve aldığımız yurt dışı pulları hariç, araç tamir bedeli de dahil.
Eğer yazının sonuna kadar okuduysanız sabrınıza hayran kalmamak da mümkün değil. Sevgiyle kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder